понеделник, 8 юни 2015 г.

Türkiye’de koalisyon hükümetleri dönemi










Durmuş Arda

Türkiye’de 7 Haziran’da yapılan genel seçimlerinin kazanan tek partisi, çoğunluğu etnik Kürtlerden oluşan Halkların Demokrat Partisi olmuştur.  Etnik Kürtlerin dağdan indirilerek sistemin içine çekilmesi, Türkiye’nin bütünlüğü açısından olumlu bir gelişme olsa da, bu partinin adındaki “Halkların” kelimesi bölücülük kokmaktadır. Etnik kökenleri ne olursa olsun, her ülkede tek bir halk vardır!… Bir ülke, halklara bölünemez!...

Seçimleri kaybeden partiler ise, sırasıyla CHP, MHP ve Ak Parti’dir. Ana muhalefet partisi olmasına rağmen, CHP’ nin milletvekili sayısı düşmüştür. Her ne kadar MHP, oy yüzdesini birkaç puan yükselterek milletvekili sayısını arttırmış olsa da, bu artış iktidar olmak için yeterli değildir. Senelerdir iktidarda olmayıp yıpranmamış bir partinin oylarını birkaç puan arttırması başarı sayılmaz. Ak Parti’nin senelerdir iktidarda kalıp yıpranmasına rağmen, yine ara farkla Türkiye’ nin birinci partisi olması, CHP ve MHP’ye nazaran, bu seçimlerin daha az kaybedeni olmuştur.

Seçimlerden iki gün önce yazdığım “ Demek Erdoğan ve Ak Parti doğru yolda” başlıklı yazımda şunları yazmıştım:

 “Farz edelim ki, adında dahi “ Halkların” kelimesiyle bölücülük olan bir parti barajı geçerek, 40-50 milletvekili çıkarttı.

Yine farz edelim ki, Ak Parti’nin milletvekili sayısı 276’nın altına inerek, 260’ta kaldı… Kendi milletvekili sayılarının yetmediğine göre, CHP ve MHP, hangi diğer partiyle hükümet kuracaklar?”

Evet, şimdiki tabloda, CHP ve MHP, hangi partiyle hükümet kuracaklar?

Türkiye’de hükümet kurulması için birkaç seçenek vardır; Ak Parti- MHP, Ak Parti- HDP, CHP- MHP- HDP hükümetleri…

Türkiye’nin istikrarı açısından Ak Parti- MHP hükümeti en uygundur. Kurulacak olan hükümette MHP,  muhalefet partilerin kadrolaşma ve yolsuzluk yapıldığı iddia ettikleri Adalet, İçişleri, Bayındırlık ve İskan, Gümrük ve Ticaret bakanlıklarını alabilir…

Tüm partiler iktidar olmak için kurulur. Senelerdir iktidar olamayan partiler, - CHP örneğinde olduğu gibi- erimeye mahkumdur. Çünkü Türkiye gibi ülkelerde geniş kitleler, partilerden iş, aş isterler. Bunu sağlayamayan partiler ise,  zamanla yok olup giderler.

 Yasalara göre, Türkiye’de 45 gün içinde hükümet kurulamazsa erken seçime gidilir. Bu durumda HDP oylarını arttırır, CHP ve MHP oyları düşer. Ak Parti’ nin ise, oylarını yükselterek tek başına iktidar olma şansı vardır…

MHP’nin iktidar olma şansını kaçırabileceğini düşünüyorum…  Çünkü partinin başındaki Bahçeli, iktidar olmaktan korkmaktadır. Kendisi 2002 yılında Ecevit hükümetini bozarak, Ak Parti’nin önünü açmıştır.

Ancak hükümete girerse…

MHP, bu seçimlerin ve ilerideki yıllarda yapılacak olan seçimlerin kazananı olabilir!

петък, 5 юни 2015 г.

Demek Erdoğan ve Ak Parti doğru yolda…



Durmuş Arda

1989 göçmeni olarak, Türkiye’de 1991 yılından beri genel veya yerel seçimlerde oy kullanıyorum.

2011 yılına kadar hep “ mektepli” geleneğinden gelen partilere oy attım. Bilindiği gibi 13 Nisan 1909 yılında, daha Osmanlı idaresinde gerçekleşen ve tarihe “31 Mart vakası” olarak bilinen olaylardan sonra toplum “ mektepli” ve “alaylı” olarak kutuplaşmıştır.

“Mektepliler” çağdaş eğitim almış subaylardan, İttihat ve Terakki Cemiyetinden, yani Jon Türklerden ve diğer çağdaş eğitim almış aydınlardan oluşmaktaydı. “ Alaylılar” ise çağdaş eğitim almamış subaylardan ve genelde medrese eğitimli cemaat ve tarikat yandaşlarından oluşmaktaydı.

Bu “mektepli” ve “ alaylı” kutuplaşmasından, Osmanlı, Balkan savaşını kaybetmiştir.

Fakat daha sonra “ mektepliler” idareyi tamamen ele aldıklarında Çanakkale savaşı kazanılmıştır. Kurtuluş savaşını da “mektepli” geleneğinden gelenlerin yönetiminde kazanılmıştır.

Yani Atatürk de “mektepli” geleneğindendir.

Daha sonraki yıllarda da “mektepliler” Türkiye’ de iktidarı elden bırakmamışlardır, ta 1994 yılına kadar.

Peki, 1994 yılında ne oldu? 

“Mektepli” geleneğindeki partilerin rehavette olduğu anlaşıldı. Çünkü  “Alaycı” geleneğindeki Refah Partisi İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Erzurum, Kayseri, Konya gibi belediyeleri kazanmıştı… 

“Alaylı” geleneğindekiler, artık mektepli olmuştu, yani çağdaş eğitim almışlardı, onlar da yönetmek istiyordu… Oysa Refah Partisi, 1994 yerel seçimlerinde, Türkiye genelinde sadece %19 oy alabilmişti…

Refah Partisi palazlandı, birinci parti oldu. Daha sonra aynı parti kapatıldı; Erbakan, Erdoğan gibileri yasaklanıyor, fakat bir Allah’ın kulunun yerel seçimleri iki turlu yapmak aklına gelmiyor…

Bir örnek:

1994 İstanbul Belediye Başkanlığını Refah Partisi, yani Erdoğan  %25 ile kazanıyor.

Aynı zamanda sağdaki ANAP(% 22)  ve DYP(% 15) toplam % 37 oy alıyorlar. Soldaki CHP(% 20) ve DSP(% 12) ise toplam % 32 civarında oy alıyorlar. Yerel seçimler iki turlu olsa, Erdoğan, hayatta Belediye Başkanı, dolayısıyla Başbakan veya Cumhurbaşkanı olamaz. Çünkü İstanbul, devlet içinde bir devlet gibidir. Türkiye’de hemen hemen paranın yarısı İstanbul’da dolaşır…

1999 yerel seçimlerinde iki turlu seçim uygulaması yapılmayarak yine aynı hata yapıldı. Artık “alaylı” geleneğindeki, fakat hepsi çağdaş mektepli olmuş olanları tut tutabilirsen… Çünkü Türkiye’de dönen para, el değiştirdi…

“ Alaylı” geleneğindeki Ak Parti, 2002 yılında % 34 ile iktidara geldiğinde, “mektepli” geleneğinden gelenlerin on yıllardır yapamadıklarını, beş yılda yaptı ve bir sonraki 2007 seçimlerinde oylarını % 46’ya çıkardı…

Şimdi içinizden, “Bu Ak Partici” dediğinizi duyar gibiyim.

Şimdiye kadarki genel seçimlerde Ak Partiye hiç oy atmadım; 2002 senesine kadarki genel ve yerel seçimlerde hep Ecevit’in DSP’sine oy kullandım. Şimdiki Türkiye’de oturduğum Lüleburgaz Belediye Başkanı, ilk defa,1999 yılında DSP’den seçilmişti ve o seçim kampanyasına bende katılmıştım. Fakat daha sonraki CHP’ye geçtiği dönemlerde kendisine hiç oy atmadım, çünkü 13 senedir oturma ruhsatlı evimin sokağı bir türlü çamurdan kurtulamadı, senelerdir şehir çöplüğünden dönem dönem şehre yükselen duman ise muamma...

 2007 ve 2011 genel seçimlerinde ise, Bahçeli’nin 2002 yılında Ecevit hükümetini bozduğu için partinin başından gitmesini istememe rağmen, oyumu MHP’ye attım, o da 2002 yılındaki gibi baraj altında kalmasınlar diye. Bir önceki yerel seçimlerde oyum Ak Parti''ye gitti, çünkü hükümet desteği olmadan, yerel kaynaklarla bazı sorunlar çözülemiyor, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise Erdoğan’a, çünkü CHP ve MHP’nin çıkardığı aday vasatın altındaydı, maalesef aynı aday, şimdi MHP’den milletvekili adayı…

Türkiye’de hiçbir partiye üye değilim. Hiçbir partiyle de çıkar ilişkim yoktur. Kendim veya birinci ve ikinci derece akrabalarımın hiçbiri parti aracılığıyla iş bulup çalışmıyor.

Daha önce eşimle birlikte, bu seçimlerde oylarımızı CHP için kullanmaya karar vermiştik. Eşimi bilmem, fakat ben karar değiştirdim.

Neden mi?

İzlenimlerime göre, Bulgaristan’da Türklüğü ve Müslümanlığı bitiren HÖH/D(p)S’nin bazı göçmen dernekleri adındaki uzantıları,  Ak Parti’ye çamur atarak, “Laiklik” ve “Atatürkçülük” edebiyatıyla harıl harıl CHP’ye çalışıyorlar. CHP ise, HÖH/D(p)S’nin düzenlediği mitinglerde aynı partiyle kol kola…

Bardağı taşıran son damla ise, iki gün önce Kırcaali’de gerçekleşen bir olay oldu. Bilindiği gibi Erdoğan, duruşuyla ve hareketleriyle dış ülkelerde yaşayan Türklerin özgüvenin arttırmıştır.  Bu sebeple Erdoğan’ın “van minut” hareketine hayran kalan bir grup Kırcaalili, 7 Haziran saat 20:00- 21:00 arası Kırcaali’ deki bir meydanda Ak Parti’nin zaferini kutlamak için, Kırcaali Belediyesine bildirme( tebliğ) dilekçesi veriyorlar.

Bildirme dilekçesini verenlerin iddialarına göre,  başta belediye başkanı Hasan Aziz olmak üzere, bazı HÖH/D(p)S  mensupları, “Bildirme dilekçenizi geri çekin ve kutlamadan vazgeçin, çünkü CHP’liler bize darılacak” diye kendilerine baskı yapıldığını iddia ediyorlar. Ancak daha sonraki günlerde,” milliyetçi gruplar size saldırır, güvenliğinizi sağlayamayız” gerekçesiyle ilk bildirme dilekçesini geri çektiriyorlar, fakat daha sonra aynı amaçla üç dilekçe daha veriliyor. Kırcaali  HÖH/D(p)S belediyesi, Kırcaali sokaklarında ikide bir anıra anıra bağırarak Türklere hakaret eden aşırı milliyetçi grupların güvenliğini sağlıyor, zararsız bir kutlamanın güvenliğini ise sağlayamıyor?!…

Sakın yanlış anlaşılmasın CHP veya MHP için de yapılacak olan bir kutlama için iptal baskısı yapılsa, aynı tepkiyi verirdim.

Bilindiği gibi, Bulgaristan yasalarına göre, toplu bir eylem veya gösteri için Belediye'ye bildiri dilekçesi verilmesi yeterlidir. Düzenleyenler dışında, bu eylemi Belediye’ nin iptal etme yetkisi yoktur…

Kim ne derse desin son senelerdeki icraatlarıyla, Ak Parti, Türkiye dışındaki Türklerin de özgüvenini arttırdı. Yurtdışında senelerdir ezilen, büzülen Türkler de, Erdoğan’a hayranlık duyuyorlar.

 Bir “ayakkabı kutuları” edebiyatı almış başını gidiyor. Ancak ben yargıç değil, seçmenim…

 “ Tek bayrak, tek millet, tek vatan” sloganıyla Türkiye’nin her bölgesinde örgütlenen tek parti, Ak Parti’dir.

 Farz edelim ki, adında dahi “ Halkların” kelimesiyle bölücülük olan bir parti barajı geçerek, 40-50 milletvekili çıkarttı.

Yine farz edelim ki, Ak Parti’nin milletvekili sayısı 276’nın altına inerek, 260’ta kaldı… Kendi milletvekili sayılarının yetmediğine göre, CHP ve MHP, hangi diğer partiyle hükümet kuracaklar?

 Daha yazılacak çok şey var da, yazımın çok uzadığı için bitirmek zorundayım.

Son söz:

HÖH/D(p)S ve onun Türkiye’deki bazı göçmen dernekleri adındaki uzantıları, Ak Parti’ye karşı çalışıyorlarsa…

Demek Erdoğan ve Ak Parti doğru yoldadır.

 Oyumun rengi de Ak Parti’dir

сряда, 3 юни 2015 г.

Bir eski DS ajanının iç yüzü

Durmuş Arda

İngiltere’de gurbette olan, 32 senedir görüşmediğim bir lise arkadaşımın tesadüfen Kırcaali’ de olduğunu öğreniyorum. Kendisine telefon açarak, “görüşelim” diyorum.  Bir kafe de buluşma kararı alıyoruz. Randevu saatine 15 dakika kala, beni telefondan arayarak, “Kusura bakma birileriyle başka bir mekana takıldım oraya gelebilir misin” diyor. Bende “ tamam sorun yok” diyerek belirtilen yere gidiyorum.

Mekana vardığımda, - tesadüf mü bilmem - okul arkadaşımın karşısında, eski DS’nin (Bulgaristan’daki eski rejimin gizli servisi) istihbarat elemanlarından, şimdiki Kırcaali HÖH/D(p)S teşkilatının önde gelenlerinden ve bir başka kişi daha oturuyorlar…

Üç beş sohbetten sonra, okul arkadaşım, “Ne iş yapıyorsun?” diye soruyor. Bende kasıtlı olarak, ” Burada halkı perişan eden D(p)S’yi ve eski DS ajanlarını eleştiren yazılar yazıyorum” diyerek kışkırtıcı bir giriş yapıyorum.

Eski kadrolu DS elemanı hemen zıplıyor, “ Siz gittiniz biz burada mücadele ediyoruz, Türklerin haklarını, birlik beraberliğini savunuyoruz” diyor.

Bende, “ Nasıl birlik beraberlik bu, HÖH/D(p)S yandaşı dışındaki Türklerin % 60’ından fazlasını ekonomik veya başka nedenlerle gurbet ellere göndere göndere buralarda yaşlılar ve garibanlardan başka insan bırakmadınız. Eskiden kadınların donlarını kesenler, Türkçe konuşanlara ceza kesenler, cami önlerinde nöbet tutanlar veya gammazcılık yapanlar kaldınız buralarda, aklıselim insanların hepsini kovdunuz. Nasıl Türklüğü korumak bu; Kırcaali, Mastanlı, İridere, Koşukavak gibi merkezlerde tek bir Türk çocuğu Türkçe öğrenim görmüyor” diyorum.

Ve aramızdaki konuşma şöyle devam ediyor…

Eski DS ajanı: “ Aileler çocuklarının Türkçe eğitim görmesini istemiyorlar, çocuklarının İngilizce öğrenmesini istiyorlar, onun için sadece 9 bin dilekçe veriliyor Türkçe öğrenim için” diyor.

Ben: “ Konuyla ne kadar ilgili olduğun belli oluyor, şu an Bulgaristan’da sadece 6695 çocuk Türkçe öğrenim görüyor, bunların dörtte biri de derslere girmiyor, HÖH/D(p)S senelerdir bir 9 bin rakamı tutturmuş devam ediyor, benim söylediğim rakam Bulgaristan Milli Eğitim Bakanlığının 2014- 2015 eğitim yılı verileridir. Oysa 90’lı senelerin başında 100 binden fazla çocuk Türkçe öğrenim görüyordu, çeşitli politikalarla bu sayıyı 6 binlere indirdiniz. Sadece HÖH/D(p)S üyeleri çocukları adına, seçmeli ders olan Türkçe ders için birer dilekçe verseler olay çözülür.  Senelerdir iktidar partisi oldunuz, fakat 1993 senesinden beri Türkçe ders kitapları basılmıyor. Ders kitapsız nasıl eğitim bu?”

Eski  DS ajanı : ”Türkiye’den Türkçe ders kitapları gönderin”

Ben: “ Daha önce HÖH/D(p)S iktidarı döneminde Türkiye’den Türkçe ders kitapları da gönderilmek istendi, fakat hepsi Edirne’de kaldı, kabul etmediniz”

Eski DS ajanı: “ Her devletin bir politikası vardır, Türkiye, Kürtlere iki sene öncesine kadar bir hak veriyor muydu?”

Ben: “Bulgaristan’daki Türklerle, Türkiye’deki Kürtleri bir kefeye koyma!… Hiçbir Uluslararası sözleşmede Kürtlerden bahsedilmez. Buna rağmen Türkiye’de devlet televizyonundan 24 saat Kürtçe yayın yapılmaktadır. Onlarca Kürtçe yayın yapan radyo ve gazete vardır. Kürtçe, okullarda seçmeli derstir, üstelik her sene basılan ders kitaplarıyla… Oysa Bulgaristan’ın kuruluşu olan Uluslararası 1878 Berlin Antlaşması, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan arasında 1913 yılında imzalanan İstanbul Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti ve Bulgaristan arasında 1925 yılında imzalanan Ankara Antlaşması, insan haklarıyla ilgili diğer ikili veya uluslararası sözleşmeler,  Bulgaristan’da yaşayan Müslüman ve Türklerin haklarını korunmasını garanti altına almaktadır.”

Eski DS ajanı: “Bulgaristan Anayasana göre, Bulgaristan’da azınlık yoktur” diyor

Ben: “Tek ulus iyi de… Nasıl oluyor da Kırcaali’de çoğunluk olmalarına rağmen, devlet dairelerinde çalışan etnik Türklerin oranı % 5’geçmiyor, örneğin 70 kişilik personeli olan bir devlet dairesinde nasıl oluyor da sadece 2 etnik Türk çalışabiliyor? Yani işe alma konusuna gelince Kırcaali’deki etnik Bulgarlar ve Türklerin arasından çıkan %10 HÖH/D(p)S yandaşları ulusun bir parçası oluyor, diğer etnik Türkler ise sömürü halkı gibi olmuyor mu?”

Eski DS ajanı: “ Türkiye’de öyle değil mi?”

Ben: “Türkiye’de hiç kimse etnik kökene göre işe alınmaz. Türkiye’de Kürt ve Laz asıllı olan bakanlar, Türk asıllı bakanlardan daha fazladır. Türkiye’de etnik köken veya ajanlık esasa alınmaz, orada vatandaşlık esas alınır”

Eski DS ajanı: “ 240 Milletvekilli Bulgaristan parlamentosunda, bizim sadece 40 milletvekilimiz var. Çoğunluk bizi ezip geçiyor”

Ben: “Haziran 2014 yılında Bulgaristan parlamentosunda, 1944-1989 yılları arasında(1984-1989 yılları arasında Türklere karşı işlenen suçlar dahil) insanlığa karşı işlenen suçların 30 senelik zaman aşımına uğramamsı için sunulan yasa tasarısı, sizin milletvekillerinizin kullandığı “çekimser”  oylarıyla geçmediğini biliyor musun? Ramadan Atalay’ın, yani ajan Vergil’in ise doğrudan “hayır” oyu kullandığını biliyor musun?”

Eski DS ajanı: “Yok öyle bir şey, bu yasayı biz getiriyoruz parlamentoya, fakat diğer partiler bizi desteklemiyor”

Ben: Ne desem bir türlü ikna edemedim, ancak okuyucuların şu linkteki haberi okuyup kendi araştırmalarını yapmalarını öneriyorum…

http://balkanlar24.blogspot.com/2015/06/hohdps-ihanetinin-1-yldonumu.html?spref=fb

Daha sonra devam ederek, “Hiç vicdan azabı çekiyor musun?” diye soruyorum.

Eski DS ajanı: “Hayır” diyor ve “ Ben devletime çalıştım, Türkiye’de devlete çalışanlar yok mu, onlar suç mu işliyor?” diye de ekliyor ve de “ Sen MİT ajanı mısın yoksa?” diye de sormayı ihmal etmiyor.

Ben: “ Ben hiç kimsenin ajanı olamam, ben görev adamı olamam, kimseden de emir alamam. Ama sen şunu bil ki, sen bir devletin güvenliği için çalışmadın, sen bir partinin güvenliği için çalıştın.(şaşkın şaşkın bakıyor) Sen hangi tarihte DS’ye çalışmaya başlamıştın?” diye soruyorum.

Eski DS ajanı: “1986” diyor (“1985” deseydi, “Neye dayanarak bu yılda başladın?” sorusunun geleceğini bildiği için) ve “ben işe başladığımda asimilasyon olayları bitmişti” diye ekliyor.(Ekliyor ama yalan söylüyor, desebg.com sitesinde açıklanan dosyasına baktığımda,  Ağustos 1985 DS’de kadrolu bölge istihbaratçısı olarak işe başlamış,  Mart 1986 yılında Kırcaali merkeze yine istihbaratçı olarak görev değişikliği yapılmış ve Şubat 1989’da karşı casusluk bölümüne atanmış. Yani DS’ de 1985 Türklerin isimlerinin değiştirildiği yıl başladığını gizleme gereği duyuyor. Artık desebg. com deki bilgiler yanlışsa onu bilemem. Bunun evveliyatı olmadan DS ajanı olması bana hiç inandırıcı gelmiyor ama… Neyse.)

Daha sonra Türkiye’den konu açılıyor…

Eski DS ajanı: “Türkiye buraya yatırım yapmıyor” diyor.

Ben: “Yatırım yapmaya gelenler, HÖH/D(p)S elemanları kendilerinden en ufak bir belge için rüşvet istendiğinden şikayet ediyorlar ve yatırımdan vazgeçtiklerini söylüyorlar” diyorum
Eski DS ajanı: “Sanki başka yerde veya Türkiye’de rüşvet alınmıyor. Rüşvet her yerde var. Türkiye’deki CHP ve MHP partiler bize daha yakın. Ak Parti dinci bir parti, dincilerden hiç kimseye fayda gelmez. Eskiden Türkiye’de yemek yediğimiz lokantaların hepsinde alkollü içki vardı, bu dinciler geldi birayı dahi kaldırdılar. Yemek yerken ayran mı içilir… Bak buradaki özgürlüğe” diyor.(çevredeki içkili masaları gösteriyor)

Ben: “Türkiye devamlı gelişiyor, Bulgaristan ise yerinde sayıyor” diyorum.

 Eski DS ajanı: “ Sen buraya bakma,  Batı Avupa’ya bak, İngiltere’ye bak” diyor. “Biz Türkiye’ye göç edenlere çifte vatandaşlık verdik” diye de ekliyor.( sanki biz Türkiye’ye uzaydan göç ettik ve sonra geldik Bulgaristan’dan vatandaşlık aldık)

Ben: Biz burada doğduk, biz bir yerlerden gelmedik, biz zaten Bulgaristan vatandaşıydık, biz buralardan çeşitli baskılarla kovulduk” diyorum.

Eski DS ajanı: “ Kimse kimseyi kovmadı, herkes kendi gitti” diyor…

İşte eski bir DS ajanının iç yüzü…

Daha çok konuşacaktı ama…

Sanki onu konuşturmak için kendisini provoke ettiğimi anladı… Üstüne gittikçe tedirginleşip asabileşti, kontrolünü kaybettiğini hissetmiş olacak ki…

Hesabı istedi, bir kısmını ödeyerek, “İyi akşamlar” diyerek ayrıldı…

Okul arkadaşım arkasından, aynı eski DS ajanını kastederek:

“Bakma sen eniştem iyi insandır” diyor…

Evet!  Tüm araştırmalara göre, totaliter rejimlere hizmet eden ajanların hepsi, akrabalarına karşı sevecen, şefkatli davrandıkları için birer iyilik meleği olarak görünürlermiş.

Milyonlarca insanı ölüme götüren Nazi Almanya’sının Hitler’den sonraki ikinci adamı Heinrich  Himmler’de, yeğenlerinin yayınladığı bir kitaba göre, en yakın akrabalarına sevgi ve saygıyla yaklaşıyormuş.

 Belki 1984-1989 yıllarında aralarına 17 aylık bir bebek ve 15 yaşında bir çocuk da olmak üzere, onlarca Türk’ü katledenler de yakınlarına karşı sevgi ve saygıyla yaklaşmışlardır.
İktidardan düştükten sonra öğrendik ki, dönemin diktatörü Jivkov’ da torunları tarafından sevilip sayılıyormuş…

Neyse…

Genelde eski DS ajanları ketum davranır!

Okuyucularım için, bir eski kadrolu DS ajanının iç yüzünü gösterebildimse…

Ne mutlu bana! 

вторник, 26 май 2015 г.

Bulgaristan’da domuz etine soruşturma


 Durmuş Arda
Kırcaali’den Mehmet Tefik önderliğinde bir grup Müslüman, Bulgaristan’da belediyelere veya devlete ait kreşlerde, okullarda ve hastanelerde Müslüman çocuklarına helal gıda seçme hakkı verilmediği gerekçesiyle bulundukları şikayet dilekçesini, Sofya Merkezli Bulgaristan Başsavcılığı işleme koyarak,  bu konuda soruşturma açtığı bildirildi.

 Bu konuda Bulgaristan Parlamentosundaki, Sivil Toplum Kuruluşları ve Vatandaşların Şikayetleri ile ilgili İşbirliği Komisyonu’na ve Bulgaristan Başmüftülüğü’ ne gönderdikleri şikayet dilekçelerinden hala bir sonuç alınmadığı da bildirildi….  

Bilindiği gibi Bulgaristan’da belediyelere veya devlete ait kreşlerde, okullarda ve hastanelerde Müslüman çocuklarına helal gıda seçme hakkı verilmemektedir.

Bu uygulama, Müslüman çocuklarına domuz eti yedirilerek, ileriki yıllarda da damak alışkanlığı yaratılmak için eski totaliter rejimi tarafından özellikle başlatılmıştır.

Ne yazık ki, bu uygulama hala devam etmektedir.

Tüm Bulgaristan’da olduğu gibi, örneğin “Türk - Müslüman partisi” olarak bilinen Hak Ve Özgürler Hareketi - HÖH/D(p)S yönetiminde olan Kırcaali bölgesinin 7 belediyesinin tamamında Müslüman çocuklarına daha kreş yaşlarında domuz eti yedirilerek bu damak alışkanlığı aşılama gayretleri hâlâ sürmektedir. Bulgaristan Başmüftülüğü’nün bu konudaki suskunluğu ise, hayrete şayan


 Bulgaristan, diğer uygulamalarda olduğu gibi, helal gıda konusunda kuruluşunu sağlayan Uluslararası 1878 Berlin Antlaşmasını, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan arasında 1913 yılında imzalanan İstanbul Antlaşmasını, Türkiye Cumhuriyeti ve Bulgaristan arasında 1925 yılında imzalanan Ankara Antlaşmasını, insan haklarıyla ilgili diğer ikili veya uluslararası sözleşmeleri ihlal etmektedir.


  Almanya, İngiltere, İskandinav ve diğer ülkelerdeki Müslüman çocuklarının bu helal gıda sorunu, kanun ve yönetmeliklerle çözülmesine rağmen, Bulgaristan bu konuda hâlâ ayak diretmeye devam etmektedir.

Tabi ki her veli, çocuğuna domuz eti yedirme hakkına sahiptir. Fakat her veli, çocuğuna domuz eti yedirmeme hakkına da sahiptir!


Nihayet Bulgaristan Cumhuriyeti Başsavcılığının bu konuda soruşturma açmasını, hayra alamet olarak görüyorum.


Umarım ileriki günlerde, Bulgaristan’daki Müslümanlar, çocuklarına domuz eti yedirmeme hakkına kavuşurlar.


Hayırlısı!...

петък, 18 октомври 2013 г.

Ölüm, yaşamın bir parçasıdır

Durmuş Arda

Eşim, çocuklarım, akrabalarım, arkadaşlarım, tanıdıklarım, tanımadıklarım genelde herkes, “Moralini yüksek tut, kendine iyi bak! Hiçbir şeyi kafana takma, moralini bozma!” diyor...

Almanlarda "şaadenfroyde"(schadenfreude) diye bir kelime varmış, yani başkalarının acısından ve üzüntüsünden mutlu olan insanlar için söyleniyormuş... Benim hastalığımı öğrenen bazılarının gözlerinden "şaadenfroyde" mutluluğu akmış olsa da, onlar bile, kansere karşı çeşitli doğal bitkiler öneriyor ve "moralini yüksek tut!" demeyi de ihmal etmiyorlar...

Evet...

Moralimi yüksek tutuyorum, kendime iyi bakıyorum, onu bunu kafama takmıyorum, fakat ben de insanım, deve kuşu gibi gerçeklerden kaçıp başımı kuma gömemiyorum…

Konunun uzmanı doktorlar, akciğer kanser vakalarını, ilk teşhis tarihinden sonra istatistik tutup,  beş yıllık sağkalım oranlarına göre evrelendirmişler; 1.A, 1.B, 2.A, 2.B, 3.A, 3.B ve 4. evre.

Ben 2.A evresinde olanlardanım. Bu evrenin Avrupa’daki beş yıllık sağkalım oranlarını, konunun uzmanı doktorlar, “...2. A vakalarında ilk teşhisten bir yıl sonra sağkalım oranı % 79, iki yıl sonra % 49, üç yıl sonra % 38, dört ve beş yıl sonra % 34...” olduğunu belirtmişler.

ABD’de tıp, Avrupa’dan daha ileri bir seviyede olacak ki, orada bu 2. A evresindeki sağkalım oranı % 50’lere kadar çıkabiliyormuş.

Buna şükür, ben erken teşhis evresinde sayılırım. Allah korusun akciğer kanserlerinde beterin beteri var; ilk teşhisten  beş sene sonra benim evreden sonraki 2. B evrede sakalım oranı % 24, 3. A evrede % 13, 3. B evrede % 5, en son 4. evrede % 1…

% 34 sağkalım ve % 66 ölüm… Sağkalım şansı nerdeyse üçte bir…

Oysa… Sekiz ay öncesine kadar, benim için ölüm, otuz- kırk sene sonrasında uzak bir yerlerdeydi…

Şimdi ölüm o kadar yakınken... Her kemoterapiden sonraki birkaç gün,  mide ve baş ağrıları çekmiş olsam da, zihnim açık, beden fonksiyonlaım yerinde, hayata küsmüş değil, hatta hayata daha bir sıkı sıkı sarılmış durumdayım... Belki bunda en büyük etken, her bakımdan mükemmel bir eşe ve derslerinde başarılı harika çocuklara sahip olmamdır.

Kanser olanlara genellikle, "Hiçbir şey düşünme, kafana hiçbir şeyi takma!" diyorlar... Birde kanser olanların yanında ölümden bahsetmekten herkes çekiniyor. Oysa ben bedeni ölümden değil, "yaşarken" zihin açıklığmı kaybetmekten, elden ayaktan kesilmekten korkuyorum...

İnsan düşünmezse, kafasına hiçbir şeyi takmazsa... İnsan olabilir mi?

Kimse kusura bakmasın, zihnim açıkken düşünmekten vazgeçemem...

Her insan doğar, yaşar ve ölür... Fakat genleri çocuklarında ve daha sonra torunlarında yaşamaya devam eder...

Benim çocuklarım hayatlarında benden daha başarısız olurlarsa, ben asıl o zaman ölürüm...

Geriye dönüp baktığımda, ben her bakımdan babamdan kat kat daha başarılı olmuşum, çocuklarımın da benden kat kat daha başarılı olacaklarından eminim...

Bence, bir insanın cocukları, yani genleri, hayatta kendisinden daha başarısız olursa, insan o zaman tam manasıyla ölmüş olur...

Oysa bedeni ölüm, yaşamın bir parçasıdır... Kırklı yaşlarına gelen hemen hemen herkesin birinci ve ikinci derece akrabalarından muhakkak ölenler olmuştur, fakat kalanlar hayatlarına devam etmişlerdir. Atalarımız "Ölenle ölünmüyor!" demişlerdir.

Evet...

"Ölenle ölünmüyor!"...

Ne kadar istemesekte...

Ölüm... Yaşamın bir parçasıdır!